Form aslında var olmayan, sadece zihinde devamlı olan bir olgudur. Oluşmuş form (built form) ise, süregelen ve devam eden düşünceler silsilesi içinden ortaya çıkmış, anlık bir şekil (shape) ve bu şeklin doğurduğu ilişkilerdir.
Aslında soyut manadaki ‘form’, bir o kadar bağımsız bir düşünceye dâhil olsa da, ortaya çıkan ‘şekil’ somut ve gerçek bir durumdur.
Doğal olarak bu tanımların alt metinleri ‘form’u bir tartışmaya sürükler. Yani, soyut manada dediğimiz ‘form’ ne derece bağımsız düşünceye dâhil ve somut olarak ortaya çıkan ‘şekil’ ne derece gerçektir?
Oluşmuş formlara tarih sürecinde baktığımızda, değişmeyen birçok duruma rastlarız. Bunun en basit ve ilkel örnekleri konuta, tapınaklara dayanır. Biri gerçeklik bağlamında sorgulanabilir, diğeri ise hakikate dayalı bir öz taşısa da tasarımın sorgulanması gereken bir durum gerçeğini ve hala mimarlığa ait bir alan olduğu değiştirmez. Programı ve kapsadığı fonksiyonları belirlenmiş böyle durumlar için bağımsızlık düşüncesi tekrar ele alınmalıdır. Peki, o zaman fonksiyon karşısında form nerede durmaktadır?
İlkel konutlarda var olan fonksiyonlar (yatak odası, banyo, mutfak ve ortak kullanım alanları) bugünkü konutlarda da mevcuttur. Tapınaklarda da bundan farklı bir durum yoktur. Hakikate inanma durumu hala değişmemiştir. Mutlak ki mimarlık bu fonksiyonları yerine getirmelidir. O zaman açıkça görülüyor ki şimdiki zaman ile ilkel zamanlar arasındaki mimari fark, fonksiyondan kaynaklı değildir. Aradaki fark, formun kapsayacağı fonksiyonların tekrar ele alınması ve modern zamanların kültürüne ayak uyduracak şekilde örgütlenmesiyle sağlanabilir. Form, bu bağlamda işlevi, bir amaç olarak gütmez. İşlev, sadece mimari araçlardan biridir.
Form, bulunacağı yer ve malzeme karşısında nerede durmaktadır? Form; programı, barındırdığı fonksiyonları araç olarak kabul etmekle beraber, aynı şekilde bulunduğu yeri ve malzemeyi de araç olarak kabul eder. Bu bağlılık gibi görünen durumlar, aslında formun tasarımında bağımsızlığını sağlar. Yani araçlar doğru kullanıldığı takdirde amaca ulaşmada bir engel teşkil etmez.
‘Tipoloji ve formun bu bağlamlarda ilişkisi nasıldır?’ sorusu ise, tipolojiyi nasıl ve ne yönden ele alacağımızla doğru orantılı olarak farklı yanıtların ortaya çıkmasına olanak sağlayacaktır.
Tipoloji, var olan dönemsel Artifaktlar üzerinden, en küçük çekirdek fikir olarak tanımlanmıştır(1). Yani tip; birebir bir benzerliği değil, var olan biçimin altında yatan ortak öze sahip bir durumu tarifler. Model ise, birebir alıntı olan, ‘bağlamlı bir uygulamayı bağlamsız hale getirmenin’ tarifidir. Şimdi artık neredeyse ‘model’ tanımına benzetilmiş olan ‘tip’ fikri, aslında modele yol açtığı kadar, yeni tipolojilere de kaynak oluşturabilecek bir ‘araç’tır. Yani tipolojiler, ‘gerçeklik’ ve ‘hakikat’e yön veren aynı çekirdek fikirdir. Nasılsa tasarımlar tipolojilerden kopamıyorsa, tipolojilerden kopma ve bir gerçeği arama çabası da tipolojilerden doğan bir avangart tavırdır.
Bu bir bağımlılık mıdır? Tipolojilerden kopma çabasının avangart olarak adlandırılması zamana ve gerçekliğe bağlı olarak nasıl açıklanabilir?
Tipolojiyi ‘malzeme, yapım şekli ve oluşan biçimler’ üzerinden ayrı ayrı ele alalım.
Sonuçta formu tasarlamanın kendisi bağımsız bir fikirdir. Yapılacak olanın kendisinin de malzemeyi ve yapım şeklini belirlemesi, malzemeyi ve yapım şeklini bir ‘sonuç’ ve ‘araç’ yapar.
Peki, oluşan biçimler neyi doğurur?
Bir döneme ait yapılara baktığımızda (ör: Roma, Gotik, Barok) belirli bir öz fikri alıp onu bağlamlarla tekrar ele alarak uygulama sistemi olduğunu açıkça görürüz. Araçlar sınırlıdır ama asla engelleyici değillerdir. Kendi döneminde tutarlı bir tavır sergileyen o yapılar, daha sonra 19. yy neo-klasik ‘ideal form araması’ akımıyla model haline dönüşmüştür. Bunun sebebi ideal form arayışına cevap olarak bu eski yapıların gösterilmesinden kaynaklanmıştır. Oysa ideal form, olmayan bir şeydir, çünkü formun kendisi zaten aslında dönüşümünü asla tamamlamamış bir olgudur. Bunun sonucu olarak da oluşturulan şekiller asla ideal olamaz. Gerçekliğini zamanla kaybetmiş ve biçem haline gelmiş yapılar, artık bir hakikat olarak kabullenilmiştir ve form yerine şekil üzerine yapılan ve hiçbir yere varmayan tartışmalar devam etmiştir. Modernizm akımıyla, ideal form fikrini yıkma çabasına gidilmiş ve artık 20. yy.ın makineleşme ve biyoloji bilimi gelişmelerine ayak uyduracak şekilde fonksiyonlara ağırlık verilmeye başlanmıştır. Modernizmde avangart olan yapılar ve mimarlar da aynı şekilde tipoloji olmaya ve oluşturmaya başlamış ve ardından gelenler modelleşme yoluna gitmiştir. Şuan maalesef ‘tip’ olarak adlandırılan yapılar, tip fikrinin kendisinden uzakta bir modele dönüşmüş, fonksiyonlarını dahi karşılayamayan, modernizmi kavrayamamış, onu hakikat haline getirmiş ve yine modernizm döneminin dışında artık model olmuş yapılardır.(ör: makine konut fikrinin iyice yozlaştırılması)
Post-modernizmin ortaya çıkışı da tam burada devreye girmiştir. Ne geçmişi yeren ne de modernizmin tipolojilerini ve fonksiyonelliğini birebir benimseyen bir akımdır. Bu durumda avangart olması mümkün değildir çünkü kendinden sonrakilere bir yol açıcı değil, kendine özgü bir tavrın ta kendisidir. Post-modernizmde hakikate hiçbir şekilde yer olmamakla beraber, her tavır bir öncülük ve sorgulayıcı gerçekliğe hizmet eder.
Formun somut tezahürü olan şekiller ve bu şekillerin doğurduğu ilişkiler ancak her seferinde sorgulanıp bağlamlı şekilde ele alınarak uygulandığında gerçeklikten ve özgüllükten söz edilebilir. Hakikat ise hala bir ideal form olduğunu, hatta onu bulduğumuzu kabullenmek ve modelleri uygulamaya devam etmektir. Araçlarını ve geçmiş tipolojileri ve etrafındakileri bağlamdan öte, bağımlılığı olarak kabul eden bir durumdur.