12.4.08

form,tipoloji,gerçeklik üzerine

Tek başına insan, bir acı duyuyor fakat bu acının sebebinin ne olduğunu anlayamıyor.Sonra bu durumu düzeltmek için bir şeyler yapmaya çalışıyor,ses çıkarıyor,sağa sola vuruyor.Sonra etrafına bakıyor,belki bir kartal görüyor,onu avlanırken inceliyor.Pençelerini fark ediyor,sonra onun pençelerini nasıl kullandığını düşünüyor,pençenin özelliklerine bakıyor ve asıl olayın sivrilik olduğunu ve avını pençelerindeki sivrilik ile yakaladığını fark ediyor.Sonra insan pençe’nin onda uyandırdığı imgeden yola çıkarak bir taşı alıp sivriltmeye başlıyor,ve sivri bir taş elde ediyor.Kullandığı araç doğanın taklidi olsa bile,taklit edilen şey biçimin kendisi değil,elde edilen şey sadece bir sivrilik ve işlevsel açıdan aynı işe yarıyorlar.Aynı işlevin biçimsel karşılıkları ise farklı iki şey oluyor.Ancak bir başka insanın da aynı durumda ortaya çıkaracağı şey diğerinin aynısı mı olacaktır?yoksa o da kendi fiziki koşullarına göre imgeyi yeniden dönüştürüp başka bir şey mi bulacaktır?Muhtemelen o da farklı bir şey bulacaktır.Dolayısıyla formun işlevsel bir karşılığı yoktur,bir şeye baktığımızda evet bu işe yarıyor diyebileceğimiz bir durum da yoktur.Peki o zaman bir kalem gördüğümüzde onun,yazı yazmak için olduğunu nereden anlıyoruz?Ya daha önce kalem diye bir şey görmemiş olsaydık ona ne diye yaklaşacaktık? Belki onunla oynamaya başlayacak, sonunda yazı yazmak için olduğunu keşfedecektik. Ve bu keşiften sonra bir başka kalem ile karşılaşınca onun yazı yazmaya yaradığını düşünecektik.Ancak aynı form yazı yazmak için olmayabilirdi de! O da bir başka işe yarıyor olabilirdi,ya da bir başka şey ile de yazı yazıyor olabilirdik.Dolaysı ile bir işlevin,tek bir biçimsel karşılığı yoktur,ancak bizim kaleme baktığımızda onun ne işe yaradığını anlıyor olmamızın sebebi ne?Belki bir tür kodlanmışlık.Ya da ilk bulunan tipin sonradan taklit edilmeye başlanması.Bu gün baktığımızda odalarımız, evlerimiz, kentlerimiz önceki kabullerin yansımaları ile doludur. Sahip olduğumuz evler, daha önceki konut tipolojisinin taklidi durumuna geldi.Yapma biçimlerine ve hangi bağlamda yapıldıklarına bakılmaksızın,her biri mutlak doğrularmış gibi alınıp kullanılmaya devam etti.Formun kendisi bir fonksiyonun sonucu olarak ortaya çıkmak yerine,biçimsel bir taklide döndü.Kalemin kendisi yazı yazma eyleminin önüne geçti ve kimse yazı yazmanın ne olduğunu anlamaya çalışmadı ve araçlar mutlaklaştırılmaya başlandı.Durumsal veya deneysel şeylerin sonuçları olan bir çok şey,sonraları taklit olarak alındı.Ancak 20. yy bu yönüyle bir kırılma yaşadı,fonksiyonu olmayan şeyin gereksiz olduğu ve atılması gerektiği söylemleri ortaya çıkmaya başladı.Hiç bir işe yaramayan cephe süslemelerinden kurtulmak gerektiğinden bahsedildi.Sonrasında fonksiyonellik makine konut kavramına kadar ilerledi.Sadece amaca hizmet eden ev,okul,hastane gibi şeyler üretilmeye başlandı.Ancak makinede türediği şekliyle türeyen fonksiyon da,makine gibi işleyen kalıplaşmış,basılmış bir imale dönüşmüştür.Form ve fonksiyon, form ve malzeme arasındaki ilişki acaba makinede olduğunun aynı olan mekanik bir durum mudur?Hangi malzeme hangi form için uygundur gibi soru karşısında, bir başka soru sorup; betonun formu nedir diye düşünmek gerekir o zaman. Ya da betonun büyüklüğü nedir?Oysa beton, her şekilde kaşımıza çıkabilir, dolayısıyla da hiçbir şekli yoktur. Öyleyse form her defasında yeniden üretilebilen, ve karşımıza ancak bir şekil olarak çıkan bir şey midir?Bir küre formunu düşündüğümüzde, aklımızda oluşan imge karşımıza ne olarak çıkıyor? Ya da tek bir şey olarak mı çıkıyor? Futbol topuna bakınca küre diyoruz ancak küre futbol topuysa, pinpon topuna ne diyeceğiz o zaman? Ya da mars gezegeninin formuna?Peki bir küreye bakınca ona basketbol topu diyebilir miyiz?Aslında form belli büyüklüğü, sınırı, rengi, malzemesi olmayan ancak durumlara göre hep yeniden ürettiğimiz bir şeyin içinde gizli olan mıdır?Öyleyse işleve hizmet eden yapı, makine konut nasıl olur? Tüm işlevlerini yerine getiren makine mükemmeldir ancak konut ta tüm işlevlerini yerine getirdiğinde mükemmel mi olmuş olur? Şimdi kullandığımız evlerimizde de yemek yiyebiliyor, uyuyabiliyor, oturabiliyor, duş alabiliyor, tuvalete gidebiliyoruz. Tüm işlevlerini yerine getiren bir konut neden mükemmel değil öyleyse? Tek kişi için 1+1,3 kişi için 120 m2 ev gibi şeyler neden soğuk geliyor öyleyse bize?Nasıl ki formun birebir karşılığı yok ise, fonksiyonunda bir form olarak karşılığı yoktur. Oturmak eylemini düşündüğümüzde, karşılığını sandalye olarak buluyor,oysa masanın üzerine de oturabilirdik,ya da yerde oturabililirdik.insanlar makineler gibi davranmadığı için,belirli amaçlar,ona uygun davranma biçimleri ve çeşitli kalıplar üzerinden gündelik hayatı tarifleyemeyeceğimiz için,makine konut ile insan arasında bu kopukluk yaşanmaktadır.Her gün yenilenen gündelik hayat ve ilişkilerin örgütlenme biçimleri de ortaya akışkan,değişken ve kendini yenileyen bir yaşantı çıkartmakta.Dolayısıyla formsuz bir yapıya sahip.Elimizdeki bu formsuz yapıyı belirli kalıplara sokmaya çalıştıkça da bizden uzak kalmaya devam edecektir.

5.4.08

TİPOLOJİ-FORM-EHLİLEŞTİRME ÜZERİNE

Ne zaman ve nasıl bir tipolojiden bahsedebiliriz? Tipolojinin biçimlerin özü olduğunu düşünürsek ilk biçimin tipolojisi kendisi olacaktır (?) ve sonraki biçimler için bir tipoloji tanımlayacaktır. Tipoloji özdür, biçimlerin geliştirilmesine ve çeşitlendirilmesine imkan veren bir öz. İş gördüğü durumların değişken olduğu, yorumlanabilen, üzerinde düşünülebilen, farklılaştırılabilen bir öz. Bir kalıp, bir model değil. O zaman tipoloji için kalıp bir tanım arayışı da tipolojinin özüne ters düşecektir. Asıl mesele biçimin kendi zaman ve yer bağlamında doğurduğu durumların efektif değerlerini “tipoloji” olarak düşünmek. Ve bundan yeni formlar üretebilmeyi denemek.

Bahsedilen bir malzeme tipolojisi bile olabilir. Ve bu tipolojinin malzemeyi kullanış biçimini çeşitlendirmeye yönelik bir girişim olabilir. Beton üzerinden bir örnek verecek olursam, aslında eski çağlarda beton ilk kullanımlarında iki taş arasında harç olarak bağlayıcı ve sağlamlaştırıcı amaçlı kullanılan bir malzeme olmuştur. Beton burada yan karakterken sonra beton tek başına kendini gösterir. Kendi formunu bulur, özünden doğan formu, ve şimdi baş karakter olan betonun başka yan karakterlerle farklı kullanımları ve bunlar sonucunda doğacak yeni kullanımları arayışındayız. Belki de tipoloji bu sürecin kendisidir. Değişken olandır. İş gördüğü durumların değişkenliği, farklılaştırılması da buradan kaynaklanır, süreçten doğar. Ancak değişen öz değil, karşımıza çıkış şeklidir.

Ayn Rand “Hayatın Kaynağı” kitabında 20. yüzyıl Amerikan mimarlığından bahseder. Amerikan mimarlığı demek de doğru değil aslında, çünkü yapılan mimarlık antik çağ Yunan ve Roma mimarlıklarında tip haline gelmiş öğelerin bağlamlarıyla ilgisiz her yerde herhangi bir biçimde kullanılmasıdır. Bu gidişat “Hiçbir şey, herhangi bir şeyden üstündür.” söylemini ve tartışmasını doğurur. Herhangi bir şeyin ehlileştirilmiş bir tipoloji mantığını anlattığı düşünülebilir. Hiçbir şey ise üzerine daha çok düşünülmesi gerekendir. Sadece yeni bir form mudur? Yoksa formun farklı bir şekilde karşımıza çıkması mıdır? Aslında her iki soruda biçimin öncesindeki, biçimi oluşturan fikre gider. Yani yorumlanmış, geliştirilmiş, farklılaştırılmış öze, tipolojiye (?).

“Hiçbir tip yalnızca tek bir biçimle özdeşleştirilemez.,bütün mimari biçimler tiplere indirgenebilir olasa bile .” der Aldo Rossi. Tipoloji yaklaşımının tek bir şekile indirgenmesi onu stil haline (belki de sonrasında model haline) getirebilir. Bu da içindeki anlamlarla çelişir. Tipolojinin stil olarak algılanmasına sebep olacak ehlileştirme ise, kitaptan örnek verdiğim durum “ne amaçla” sorusu sorulmadan yapılmış kopyala-yapıştır tavrıdır.

Tipolojiyi yanlış anlamamak için, özü bulmak için “ne amaçla” sorusu akıldan çıkartılmamalıdır. Bu soru doğrultusunda olamayan uygulamalarda bir yapaylık ve yozlaşmışlık kendini gösterecektir. Bağlamından koparılmış bir uygulama söz konusudur. Çünkü öz, karakteri olamayan "herhangi bir şey “ olmuştur.

“Hiçbir tip yalnızca tek bir biçimle özdeşleştirilemez.,bütün mimari biçimler tiplere indirgenebilir olsa bile .” diyen Aldo Rossi bu anlatımını şöyle tamamlar: “İndirgeme süreci zorunlu, mantıksal bir işlemdir. Bu varsayım olmadan biçim sorunlarını konuşmak imkansızdır. Bu anlamda bütün mimarlık kavramları aynı zamanda tipoloji kuramlarıdır. Gerçek tasarımda bu iki anı ayırt etmek zordur.”. İndirgemenin nasıl bir anlam içerdiğini düşünmek gerekir. İndirgemenin sonucunda karşılasılması gereken durum tipolojinin kendi bağlamındaki efektif değerleriyle karşılaşmak mı olacaktır öyleyse? Ayn Rand’ın kitabından verdiğim örnekteki gibi yozlaşmış taklitlerin ortaya çıkmasında ki sebeplerden biri de indirgenme sürecinde üzerinde düşünülen tipin stil olarak algılanmış olması mıdır.?


-Tipoloji -Gerçeklik -Form

Form aslında var olmayan, sadece zihinde devamlı olan bir olgudur. Oluşmuş form (built form) ise, süregelen ve devam eden düşünceler silsilesi içinden ortaya çıkmış, anlık bir şekil (shape) ve bu şeklin doğurduğu ilişkilerdir.

Aslında soyut manadaki ‘form’, bir o kadar bağımsız bir düşünceye dâhil olsa da, ortaya çıkan ‘şekil’ somut ve gerçek bir durumdur.

Doğal olarak bu tanımların alt metinleri ‘form’u bir tartışmaya sürükler. Yani, soyut manada dediğimiz ‘form’ ne derece bağımsız düşünceye dâhil ve somut olarak ortaya çıkan ‘şekil’ ne derece gerçektir?

Oluşmuş formlara tarih sürecinde baktığımızda, değişmeyen birçok duruma rastlarız. Bunun en basit ve ilkel örnekleri konuta, tapınaklara dayanır. Biri gerçeklik bağlamında sorgulanabilir, diğeri ise hakikate dayalı bir öz taşısa da tasarımın sorgulanması gereken bir durum gerçeğini ve hala mimarlığa ait bir alan olduğu değiştirmez. Programı ve kapsadığı fonksiyonları belirlenmiş böyle durumlar için bağımsızlık düşüncesi tekrar ele alınmalıdır. Peki, o zaman fonksiyon karşısında form nerede durmaktadır?

İlkel konutlarda var olan fonksiyonlar (yatak odası, banyo, mutfak ve ortak kullanım alanları) bugünkü konutlarda da mevcuttur. Tapınaklarda da bundan farklı bir durum yoktur. Hakikate inanma durumu hala değişmemiştir. Mutlak ki mimarlık bu fonksiyonları yerine getirmelidir. O zaman açıkça görülüyor ki şimdiki zaman ile ilkel zamanlar arasındaki mimari fark, fonksiyondan kaynaklı değildir. Aradaki fark, formun kapsayacağı fonksiyonların tekrar ele alınması ve modern zamanların kültürüne ayak uyduracak şekilde örgütlenmesiyle sağlanabilir. Form, bu bağlamda işlevi, bir amaç olarak gütmez. İşlev, sadece mimari araçlardan biridir.

Form, bulunacağı yer ve malzeme karşısında nerede durmaktadır? Form; programı, barındırdığı fonksiyonları araç olarak kabul etmekle beraber, aynı şekilde bulunduğu yeri ve malzemeyi de araç olarak kabul eder. Bu bağlılık gibi görünen durumlar, aslında formun tasarımında bağımsızlığını sağlar. Yani araçlar doğru kullanıldığı takdirde amaca ulaşmada bir engel teşkil etmez.

Tipoloji ve formun bu bağlamlarda ilişkisi nasıldır?’ sorusu ise, tipolojiyi nasıl ve ne yönden ele alacağımızla doğru orantılı olarak farklı yanıtların ortaya çıkmasına olanak sağlayacaktır.

Tipoloji, var olan dönemsel Artifaktlar üzerinden, en küçük çekirdek fikir olarak tanımlanmıştır(1). Yani tip; birebir bir benzerliği değil, var olan biçimin altında yatan ortak öze sahip bir durumu tarifler. Model ise, birebir alıntı olan, ‘bağlamlı bir uygulamayı bağlamsız hale getirmenin’ tarifidir. Şimdi artık neredeyse ‘model’ tanımına benzetilmiş olan ‘tip’ fikri, aslında modele yol açtığı kadar, yeni tipolojilere de kaynak oluşturabilecek bir ‘araç’tır. Yani tipolojiler, ‘gerçeklik’ ve ‘hakikat’e yön veren aynı çekirdek fikirdir. Nasılsa tasarımlar tipolojilerden kopamıyorsa, tipolojilerden kopma ve bir gerçeği arama çabası da tipolojilerden doğan bir avangart tavırdır.

Bu bir bağımlılık mıdır? Tipolojilerden kopma çabasının avangart olarak adlandırılması zamana ve gerçekliğe bağlı olarak nasıl açıklanabilir?

Tipolojiyi ‘malzeme, yapım şekli ve oluşan biçimler’ üzerinden ayrı ayrı ele alalım.

Sonuçta formu tasarlamanın kendisi bağımsız bir fikirdir. Yapılacak olanın kendisinin de malzemeyi ve yapım şeklini belirlemesi, malzemeyi ve yapım şeklini bir ‘sonuç’ ve ‘araç’ yapar.

Peki, oluşan biçimler neyi doğurur?

Bir döneme ait yapılara baktığımızda (ör: Roma, Gotik, Barok) belirli bir öz fikri alıp onu bağlamlarla tekrar ele alarak uygulama sistemi olduğunu açıkça görürüz. Araçlar sınırlıdır ama asla engelleyici değillerdir. Kendi döneminde tutarlı bir tavır sergileyen o yapılar, daha sonra 19. yy neo-klasik ‘ideal form araması’ akımıyla model haline dönüşmüştür. Bunun sebebi ideal form arayışına cevap olarak bu eski yapıların gösterilmesinden kaynaklanmıştır. Oysa ideal form, olmayan bir şeydir, çünkü formun kendisi zaten aslında dönüşümünü asla tamamlamamış bir olgudur. Bunun sonucu olarak da oluşturulan şekiller asla ideal olamaz. Gerçekliğini zamanla kaybetmiş ve biçem haline gelmiş yapılar, artık bir hakikat olarak kabullenilmiştir ve form yerine şekil üzerine yapılan ve hiçbir yere varmayan tartışmalar devam etmiştir. Modernizm akımıyla, ideal form fikrini yıkma çabasına gidilmiş ve artık 20. yy.ın makineleşme ve biyoloji bilimi gelişmelerine ayak uyduracak şekilde fonksiyonlara ağırlık verilmeye başlanmıştır. Modernizmde avangart olan yapılar ve mimarlar da aynı şekilde tipoloji olmaya ve oluşturmaya başlamış ve ardından gelenler modelleşme yoluna gitmiştir. Şuan maalesef ‘tip’ olarak adlandırılan yapılar, tip fikrinin kendisinden uzakta bir modele dönüşmüş, fonksiyonlarını dahi karşılayamayan, modernizmi kavrayamamış, onu hakikat haline getirmiş ve yine modernizm döneminin dışında artık model olmuş yapılardır.(ör: makine konut fikrinin iyice yozlaştırılması)

Post-modernizmin ortaya çıkışı da tam burada devreye girmiştir. Ne geçmişi yeren ne de modernizmin tipolojilerini ve fonksiyonelliğini birebir benimseyen bir akımdır. Bu durumda avangart olması mümkün değildir çünkü kendinden sonrakilere bir yol açıcı değil, kendine özgü bir tavrın ta kendisidir. Post-modernizmde hakikate hiçbir şekilde yer olmamakla beraber, her tavır bir öncülük ve sorgulayıcı gerçekliğe hizmet eder.

Formun somut tezahürü olan şekiller ve bu şekillerin doğurduğu ilişkiler ancak her seferinde sorgulanıp bağlamlı şekilde ele alınarak uygulandığında gerçeklikten ve özgüllükten söz edilebilir. Hakikat ise hala bir ideal form olduğunu, hatta onu bulduğumuzu kabullenmek ve modelleri uygulamaya devam etmektir. Araçlarını ve geçmiş tipolojileri ve etrafındakileri bağlamdan öte, bağımlılığı olarak kabul eden bir durumdur.

4.4.08

BİÇİMLENME PROBLEMİ

Kuzey yarım küredeki biçimlenme şekli ile güney yarım küredeki biçimlenme şeklinin ne farkı vardır? Ya da bir yamacın doğu yönündeki ile batı yönündeki arasında… Aslında şöyle de sorulabilir; bu yamacdaki biçimlenme şekli ile o yamaçdaki biçimlenme şekli arasında nasıl farklar vardır?

Bu farklılıklar her nasıl farklılıklarsa bunları doğuran şeylerin öncelikle iklimsel farklılıklar olduğunu söyleyebiliriz. Bu yapının yönelimini belirleyecektir. Sonra daha yakın çevresel faktörler; Gürültülü yön, manzara yönü, … yapının hacimlerinin yönelimini belirleyecektir.

Fakat asıl soru bunlar nasıl hacimlerdir ve hacmin üç ölçüsü neye göre belirecektir? Burada birincil olanın kullanıcının yaşam biçimi olacağını söyleyebiliriz. Nasıl bir ortam düşlüyoruz ki bahsettiğimiz hacim boyut kazanıyor ve yüzeylerini oluşturuyor. Sonra hemen başka bir soru akla geliyor; bu hacimler nasıl bir araya gelip yapıyı oluşturuyor ve hatta kent denen büyüklüğe nasıl ulaşıyor?

Kentin kendisinin de tek başına kocaman bir hacim olduğunu düşündüğümüzde, aslında bu koca hacimde bir sürü biçimlerin örüntüleriyle oluşuyorsa bu yeni bir kafa karışıklığına yol açacaktır.

Biçim hacimlerin bir arada olmasının yarattığı bir durum mudur? Ya da hacim biçimlenme şeklinin doğal olarak kendiliğinden ortaya çıkardığı bir sonuç mudur?

Bu hacim ve biçim arasındaki ayrımı bulanıklaştırıyor.(ya da zaten bulanıktı.)

Biçimin sözlükte hemen ilk anlamlarına baktığımızda “bir şeyin şekli ve strüktürünün bir arada olmasıdır” diyebiliriz. Böyle bir tanım bize hemen biçimin bir takım sınırları olduğunu söyleyecektir. Peki hacim nasıl sınırlara sahiptir ya da sınırları var mıdır?

Bir tanıma göre kübün bir hacmi vardır ve bunun nedeni bahsedilen 3 ölçüye sahip olmasıdır. En-boy-yükseklik. Öyleyse bu tanımda bize hacmin kesin sınırları olduğunu söyleyecektir, fakat İngilizcede “volume” kelimesinin hem “ses” hem de “hacim” olarak kullanılması beni tersine düşünmeye zorluyor. Sesin nasıl sınırları vardır? Boşlukta ses nereye kadar ilerleyecektir? Dışarıdaki gürültüyü içeri almamak için “yalıtım” denen şeyi yapmıyor muyuz? Böyle düşünmek bizi “hacim bir biçimin parçalanması ya da biçimlerin bir araya gelmesi durumundan meydana gelen büyüklüktür” tanımına yaklaştırır. Bir iç bir de dış hacimden bahsediyoruz çünkü. Böylece biçim sınır belirleyici ya da bölücü bir eleman oluyor. Bunun doğru olduğunu iddaa etmek de yanlış olacaktır. Çünkü halen hacmin sınırlandırabileceğimizi bilmiyoruz. Aksine; bahçe cephesindeki bir açıklık, bahçeyi hemen o mekanla aynı hacme dahil etmeye yarayabilir  ve bu açıklığın büyüklüğü ile fark edilmeyecek bir geçiş dahi olabileceğini biliyoruz.

Tekrar  en başta sorduğum soruya dönersem;Bu yer ve o yer arasındaki biçimlenme farkını yaratan şey nedir?

Beklide özellikle Türkiye’de bu farklılıkların mevzuat ve yönetmelikler kaynaklı olduğunu söyleyebiliriz. Fakat “tip imar yönetmeliği” gibi bir kavrama sahipken halen çok farklı biçimlenmelere sahip kentler, semtler ya da mahalleler görmek mümkün. Bu mahallelerden herhangi birinde yapacağım “yeni”nin biçimlenmesindeki tasarım kriterim nedir? Mevcut biçimlenme şeklinin buna etkisi nedir?

“Yeni”nin yeri  biçimlenme şeklimi yalnızca coğrafi konumu ile etkileyebilir gözüküyor. Fakat “yerin davranma biçimi” ile “yeninin kullanıcısının davranma biçimi” arasında farklılıklar, benzerlikler olacaktır. Bunların yanı sıra mevcut parselleşme de yere ait bir durumdur dersek  büyüklüğümüzü çok net olmasa da belirleyecektir. Bu net bir büyüklük, biçimlenme problemidir. Mevzuatlar açısından baktığımızda ön cephenizle yol arasında bir boşluk bırakmanız gerekecektir ya da yan cepheniz de… Öyleyse iki komşu yüzey arasında kalan hacim nasıl ele alınacaktır? Bu bir yüzey tanımlama problemi midir? ya da net bir biçimlenme problemi olarak gözüküyor.

Biçimlenme problemini ele alış şeklimizdeki en büyük kaynak “yerin davranma biçimidir”

Fakat kent içinde bir parsel yerine kırda “yeni” yaptığımızı düşündüğümüzde biçimlenme problemi çok daha farklı bir şekilde karşımıza çıkacağını rahatlıkla söyleriz. Peki kır da yer nasıl davranır? Tasarımcı bu soruları sordukca “yeni” o yere ait olabiliyor.

Beklide bu ve bunun gibi sorulması gereken soruları cevapsız bırakmak yalnızca sormak şimdilik yeterli olacaktır.

KOÜ OKB Logo Yarışması

Kocaeli Üniversitesi Öğrenci Kulüpleri Birliği Logo Yarışması





          3. lük Ödülü Alan Çalışma



Diğer Çalışmalardan Örnekler